Sahne: Bir ders odası.
ÖĞRETMEN — Günaydın çocuklar.
ÇOCUKLAR — Günaydın.
ÖĞRETMEN (Tahtaya yazar) — 29 Ekim.
ÖĞRETMEN — Okuyun bunu bakayım.
ÇOCUKLAR (Hep bir ağızdan) — 29 Ekim.
ÖĞRETMEN — Bugünün ne olduğunu bilen var mı?
ÇOCUKLAR — Biliyoruz, biliyoruz.
ÖĞRETMEN — Bilenler ellerini kaldırsın.
ÇOCUKLAR (Hepsi birden ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN (Sınıfın en küçüğüne) — Söyle bakayım Ahmet bugün ne günüdür?
AHMET — Atatürk'ün doğduğu gün.
ÖĞRETMEN — Sen söyle. Ayşe.
AYŞE — Cumhuriyetin ilan¢n edildiği gün.
ÖĞRETMEN —- Doğru! Ahmet öyle ise bilemedi.
ÇOCUKLARIN BAZILARI — Bilemedi, bilemedi.
AHMET — Bildim... Gazi babamız doğmasaydı bugün olur muydu?
ÖĞRETMEN — Varol Ahmet... Bu buluşun çok güzel. Nasıl çocuklar güzel değil mi Ahmet'in cevabı?
ÇOCUKLAR — Güzel, güzel, çok güzel.
ÖĞRETMEN — Hep beraber söyleyin bakayım bugün ne günü?
ÇOCUKLAR — Cumhuriyetin ilan¢n edildiği gün.
ÖĞRETMEN — Cumhuriyetten önce ne vardı? Bunu bilen var mı içinizde?
(Birkaç çocuk ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Söyle bakayım sen Ertuğrul.
ERTUĞRUL — Padişahlık varmış.
ÖĞRETMEN — Ne imiş o padişahlık?
ERTUĞRUL — Padişah denilen bir adam varmış. Sarayı varmış, hiç bu saraydan dışarı çıkmazmış, millete yüzünü göstermezmiş, bütün memleket sanki bu saraymış. Sonra bir gün düşmanlar memleketi basmışlar. Padişah da sarayını kurtarmak için memleketi yabancılara satmak istemiş. Millet buna kızmış. Gazi babamız milletin başına geçmiş, düşmanları bir güzel pataklamış, memleketten kovmuş, memleketi satmak isteyen padişahın da kulağından tutup memleketten dışarı atıvermiş.
ÖĞRETMEN — Aferin Ertuğrul, kaç yıl önce oldu bu işler?
BİRKAÇ ÇOCUK BİRDEN —.........yıl önce.
ÖĞRETMEN — Demek ki, Cumhuriyet............yıl önce 29 Ekim günü ilan¢n edilmiş. Peki, Cumhuriyet ne demektir? Bunu bilen var mı?
(Birkaç çocuk ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Söyle bakayım Aydemir.
AYDEMİR —- Cumhuriyet demek, padişahı kovmak demektir.
ÖĞRETMEN — Peki. Meral sen de bir şeyler söylemek istiyorsun galiba... Söyle bakayım.
MERAL — Cumhuriyet demek, milletin kendi kendisini idare etmesi demektir.
ÖĞRETMEN — Gazi babamızı bilen var mı içimizde?
ÇOCUKLAR — Var, var, var, var...
ÖĞRETMEN — Aydın, sen Gazi babamızı anlat bakayım?
AYDIN — 1881'de 13 Mart'ta doğdu ve 1938'de 10 Kasım'da öldü. Millete çok hizmet etti. Biz ona Atatürk yani Türklerin en büyüğü diyoruz.
SUNA — öğretmenim ben Gazi babamızın yüzünü hiç görmedim.
ÖĞRETMEN — Resmini de görmedin mi?
SUNA — Gördüm. İşte (Ata'nın duvarda asılı resmini gösterir.)
ÖĞRETMEN — Sen söyle bakayım Özcan ne anlattılar?
ÖZCAN — Babam dedi ki, eskiden okumak yazmak çok zormuş. Şimdi çok kolaymış.
ÖĞRETMEN — Çocuklar! Hiç size analarınız, babalarınız eski zaman mekteplerinden bir şeyler anlattılar mı? (Birkaç çocuk ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Nasıl zormuş?
ÖZCAN — Eskiden yıllarca mektebe giderlermiş de yine doğru dürüst okumasını, yazmasını bir türlü öğrenemezlermiş.
ÖĞRETMEN — Acaba neden böyle imiş?
ÖZCAN — Babam söyledi amma pekiyi anlayamadım. Başka türlü harfler mi varmış ne imiş?
BİRKAÇ ÇOCUK — A... A... A...
öĞRETMEN — Şaştınız kaldınız demek bu işe. Başka türlü harf de olur mu hiç?
ÖZCAN — Ne bileyim ben babam öyle söyledi.
ÖĞRETMEN — Babanın hakkı var. Eskiden Türkçeyi Arap harfleriyle yazardık.
ÇOCUKLAR GÜLERLER — Arap... Arap...
ÖĞRETMEN — Ya... Şimdi gülüyorsunuz... Arap harflerinden bize ne değil mi? Bu Arap harfleri kargacık burgacık şeylerdi. Hem de ters yazılırdı.
ÇOCUKLAR — Nasıl ters?
ÖĞRETMEN — Şimdi soldan sağa doğru yazıyoruz değil mi?
ÇOCUKLAR — Evet, evet.
ÖĞRETMEN — Hâlbuki Arap harfleriyle sağdan sola doğru yazılırdı.
(Çocuklar yine gülerler. Erol parmağını kaldırır.)
ÖĞRETMEN — Ne var Erol?
EROL — Bizim evde bir bacı kadın var.
ÖĞRETMEN —E...?
EROL — Bu bacı kadın eskiden okumasını bilmezmiş. Çocukken bir türlü kafası almamış, o Arap harflerini...
ÖĞRETMEN —......?
EROL — Şimdi her gün babamın gazetesini okuyor.
ÖĞRETMEN — Nasıl olmuş bu iş?
EROL — Gece. Mektebine gitmiş, okumayı kolaycacık öğrenivermiş. Şimdi bu işi yapanlara gece gündüz dua ediyor. Zonguldak'ta bir oğlu var, ona mektup bile yazıyor. ÖĞRETMEN — Demek sizin bacı kadın bile harfleri öğrenmiş, hem okuyor, hem yazıyor. EROL — Beni imtihan bile ediyor. (Çocuklar gülüşürler.)
ÖĞRETMEN — Aferin o bacı kadına... Bacı kadının hakkı var. Onun gibi Arap harflerini öğrenemeyenler çoktu. Okur yazarlar azdı. Şimdi harflerimizi kolaycacık herkes öğreniyor. Başka eski zaman mekteplerinden neler biliyorsunuz bakalım?
(Çocuklar ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Güler?
GÜLER — Eski zaman okullarında çocukları falakaya çekerlermiş.
(Çocuklar gülerler.)
ÖĞRETMEN — Nereden biliyorsun bunu?
GÜLER — Bir gün yaramazlık yaptım da annem kızdı, seni okulda falakaya çekmeli dedi.
ÖĞRETMEN — Ne imiş o falaka?
GÜLER — Ben de anlamadım da sordum anneme. Annem hocana sor dedi.
ÖĞRETMEN — Ya eskiden dersine çalışmayan, yaramazlık eden çocukları okullarda falakaya çekerlermiş. Yani çıplak ayaklarını bir iple bağlar, değnekle tabanına vururlarmış. O kadar vururlarmış ki, ayaklar şişermiş ve çocuklar yürüyemezlermiş...
ÇOCUKLAR — Ne fena, ne fena...
ÖĞRETMEN — Neden fena bakayım Ahmet?
AHMET — O zamanın çocukları hayvan mıymış?
(Çocuklar gülerler.)
ÖĞRETMEN — Bu hayvana bile yapılmaz yavrularım... Başka, başka eski zaman okullarından ne biliyorsunuz?
ALP — Oyun yasakmış.
(Çocuklar güler.)
ÖĞRETMEN — Nereden biliyorsun bunu?
ALP — Babam dedi. Bizim zamanımızda, dedi okullarda oyun yasaktı dedi.
ÖĞRETMEN — Doğru söylemiş baban. Eski zaman okullarında oyun oynamak yasaktı. Onun için böyle falakalı oyunsuz okulu çocuklar sevmezlerdi. Şimdi öyle mi ya? Söyleyin
bakayım okulu seviyor musunuz?
ÇOCUKLAR — Seviyoruz.
ÖĞRETMEN — Okula sevinerek geliyorsunuz. Burada güç-le-oynaya çalışıyorsunuz. Size dayak atıldığı var mı?
ÇOCUKLAR — Yok, yok...
ÖĞRETMEN — Tabir® yok. Çünkü doğru ve iyi sözü anlıyorsunuz. Cumhuriyet okullarında çocuklara insan muamelesi yapılır. Söyle bakalım Ayşe önlüğün ne malı?
AYŞE — Yerli malı...
ÖĞRETMEN — Yerli malı ne demek?
AYŞE — Bu memlekette yapılan mal demek.
ÖĞRETMEN — Demek memleketimizde böyle bezler yapılıyor? Neden yapılıyor bu bez? AYŞE —Pamuktan...
ÖĞRETMEN — Bizim memlekette pamuk yetişiyor mu?
(Ayşe susar.)
ÖĞRETMEN — Bilen var mı?
KAYA — Ben biliyorum. Bizim memlekette pamuk yetişiyor.
ÖĞRETMEN — öyle ya Kaya, sen Adanalısın bilmen la¢zıh...
KAYA — Evet, Adana'da pamuk yetişir.
ÖĞRETMEN — Sonra böyle bez haline nerede girer?
ÇOCUKLAR — Fabrikada.
ÖĞRETMEN — Bizim memlekette fabrika var mı?
ÇOCUKLAR — Var... Var...
ÖĞRETMEN — İşte çocuklar padişahlık zamanında memleketimizde fabrika da yoktu. Şimdi birçok fabrikalarımız var. Kendi yünümüzü kendimiz dokuyoruz. Kendi ipeğimizi kendimiz dokuyoruz. Kendi pamuğumuzu kendimiz dokuyoruz. Ve hep yerli malı giyiyoruz. Hangisi daha iyi siz söyleyin bakalım, pamuğu, yünü, ipeği yabancılara satıp, pamukluyu, yünlüyü, ipekliyi onlardan satın almak mı, yoksa bunları kendimiz dokumak mı?
ÇOCUKLAR — Kendimiz dokumak... Kendimiz dokumak...
ÖĞRETMEN — Ve kendi dokuduğumuz kumaşları giymek... Söyleyin bakayım içinizde yabancı malı giyen var mı?
BİR ÇOCUK — Benim önlüğüm yerli malı değil.
ÖĞRETMEN — Neden?
BİR ÇOCUK — Annem dedi ki bu eskisin yenisini yerli malından alırız dedi.
ÖĞRETMEN — Annenin hakkı var. Bir şey eskimeden yenisini almak doğru değil. Sonra babanızın parasını sokağa atmış olursunuz. Fakat yavrum bu önlüğün eskiyince yenisini muhakkak yerli malından alacaksın değil mi?
ÇOCUK — Evet, zaten babam bu önlük için bile yerli malı değil diye fena halde kızdı.
ÖĞRETMEN — Doğru. Yerli malı varken yabancı malına para vermemeli.
ÖĞRETMEN DEVAMLA — Hep beraber söyleyin bakalım. Yerli malı varken, yabancı malına para vermeyeceğiz.
ÇOCUKLAR —. Yerli malı varken, yabancı malına para vermeyeceğiz.
ÖĞRETMEN — Ay ten, söyle bakayım sen. Birkaç gün okula gelmedin. Nen vardı?
AYTEN — Hasta idim, öksürüyordum, boğazım şişti.
ÖĞRETMEN — Kim iyi etti seni?
AYTEN — Doktor Bey.
ÖĞRETMEN — Ne yaptı doktor bey?
AYTEN — İlaç verdi, gargara yaptırdı.
ÖĞRETMEN — Şimdi iyisin ya?
AYTEN — Evet iyileştim.
ÖĞRETMEN — Bakın çocuklar, eskiden doktora inanmazlarmış. Hastalan nasıl iyi etmek isterlermiş biliyor musunuz?
(Hasan elini kaldırır.)
ÖĞRETMEN — Söyle bakayım Hasan?
HASAN — Doktor yerine bohçacı kadını çağıralım, bir kurşun döksün, bir tütsülesin, çocuk iyi olur diyor.
(Çocuklar gülüşürler.)
ÖĞRETMEN — Hiç sana kurşun döktüler mi, tütsü yaptılar mı:
HASAN — Geçen sene çok hasta oldum. Ateşim hiç düşmedi. Haminnem boyuna anneme, bak senin doktorların hiç bir şey yapamadılar, ateş düşmedi, dedi... Bir şu bohçacı kadını çağıralım da bak çocuk nasıl iyi olur dedi. Annem bıktı, bohçacı kadını çağırdı. Bohçası kadın: A! Bir şeyciği yok çocuğun, dedi. Perhiz filan istemez. Ben onu bir okur üflerim, geçer dedi. Okudu, üfledi. Haminnem de bana gizli gizli yiyecek verdi. Az kalsın ölüyordum.
ÖĞRETMEN — Vah zavallı, ne imiş hastalığın?
HASAN — Tifo imiş.
ÖĞRETMEN — Ya... Bak şu bohçacı kadının karıştırdığı işe. Hiç tifolu çocuğa yiyecek verilir mi? Perhiz yapmak lazım. Tabiat® ateş çabuk düşmez. Bu doktorun bilmemezliğinden değil, hastalık böyle. Bakın gördünüz mü çocuklar, işte eski kafalılar tıpkı bu Hasan'ın haminnesi ve bohçacı kadın gibi düşünüyorlar. Halbuki, Cumhuriyetin çocukları böyle değil, bakın Hasan da görmüş doktorla bohçacı kadının farkını... öyle değil mi Hasan?
HASAN — öyle, öyle... Şimdi o cadı kadını sokakta görünce yolumu değiştiriyorum. (Çocuklar gülüşürler.) (öğretmen, tahtaya bir fes resmi çizer.)
ÖĞRETMEN — Çocuklar, bilin bakayım bu nedir? (Birkaç çocuk elini kaldırır.)
ÖĞRETMEN —- Söyle bakayım Mehmet?
MEHMET — Saksı.
ÖĞRETMEN — Sen Fatma?
FATMA — Yarısı kesilmiş balkabağı. (Çocuklar güler.)
ÖĞRETMEN — Sen Yusuf? YUSUF — Kilogram.
ÖĞRETMEN — Çocuklar, hiçbiriniz bilemediniz. Bilemezsiniz de. Görmediniz. Buna Fes derler. BİRKAÇ ÇOCUK — Fes nedir, öğretmenim?
ÖĞRETMEN — Eskiden Türklerin başlarına giydikleri şey.
BİR ÇOCUK — Eskiden Türkler bunu mu başlarına giyerlerdi?
ÖĞRETMEN — Ya çocuğum. Bunu giyerlerdi. Hem biliyor musunuz, bu ne renkte idi? (Çocuklar susarlar.)
ÖĞRETMEN — Kırmızı. (Çocuklar gülerler.)
ÖĞRETMEN (Püsküle işaret ederek) — Bir de şunun şurasında pırasa bıyığı gibi bir şey var. Görüyorsunuz ya, işte o da siyah iplikten yapılmış püsküldü. Başınıza böyle bir şey giymek ister misiniz?
ÇOCUKLAR HEP BİR AĞIZDAN — Hayır, hayır, hayır.
ÖĞRETMEN — İşte çocuklarım, biz Türklere padişahlar bu tuhaf şeyi giydirmişlerdi. Yabancılar da gülerlerdi. Tıpkı şimdi sizin güldüğünüz gibi. Gazi babamız bu püsküllü belayı da başımızdan attırdı. Şimdi biz de bütün medeni milletler gibi şapka giyiyoruz. İyi yaptı değil mi?
ÇOCUKLAR — Çok iyi yaptı, çok iyi.
ÖĞRETMEN — Atatürk'ün başka yaptığı iyiliklerden ne biliyorsunuz?
(Çocuklar ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Erol, söyle bakayım, daha ne iyilikler yaptı bize?
EROL — Demiryolu yaptırdı, fabrikalar yaptırdı.
ÖĞRETMEN — Demiryolu iyi bir şey mi?
EROL — Çok iyi bir şey.
ÖĞRETMEN — Neden iyi bakayım?
EROL — Çabuk gider de ondan.
ÖĞRETMEN — Biliyor musunuz çocuklar, demiryolu yokken Sivas'tan Ankara'ya kaç günde gidilirmiş? (Çocuklar susar.)
ÖĞRETMEN — At arabası ile yirmi günde.
ÇOCUKLAR —Ooo...
ÖĞRETMEN — Şimdi biliyor musunuz aynı yol trenle ne kadar zamanda gidiliyor? (Çocuklar susar.)
ÖĞRETMEN — 18 saatte.
ÇOCUKLAR — Oooo...
ÖĞRETMEN — Bir gün 24 saat olduğuna göre yirmi gün kaç saat eder, düşünün bakayım? (Bir müddet sonra birkaç çocuk el kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Söyle Özcan.
ÖZCAN — 480 saat.
ÖĞRETMEN — Evet, eskiden Sivas'tan Ankara'ya 480 saatte gidilirmiş. Şimdi 18 saatte. Aradaki fark kaç saat tutuyor. (Çocuklar bir müddet düşünürler. Yine birkaçı ellerini kaldırır.)
ÖĞRETMEN — Söyle bakalım Ayşe?
AYŞE — 462 saat.
ÖĞRETMEN — Demek ki, Ankara'dan Sivas'a trenle gidersek 462 saat kazanıyoruz. Peki, kazandık da ne çıkar? (Çocuklar ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Söyle Ahmet?
AHMET — Askerler bile daha çabuk düşmana yetişir.
ÖĞRETMEN — Aferin Ahmet, çok güzel. Söyle Engin?
ENGİN — Mektuplar daha çabuk varır.
ÖĞRETMEN — Aferin Engin, çok doğru. Söyle Güler?
GÜLER — Bir yerden bir yere gönderilen mallar daha çabuk gider.
ÖĞRETMEN — Çok iyi Güler. Görüyorsunuz ya çocuklar Ata'mızın yaptırdığı tren yollarının bize ne büyük iyilikleri dokunuyor.
ÇOCUKLAR — Evet... Evet...
ÖĞRETMEN — Atamız bize daha başka ne iyilikler yaptı? (Birkaç çocuk ellerini kaldırır.) öĞRETMEN — Söyle Ertuğrul?
ERTUĞRUL — Orman Çiftliği ile Devlet Çiftliklerini yaptırdı.
ÖĞRETMEN — Orman Çiftliği nerededir?
ERTUĞRUL —- Ankara'da
öĞRETMEN — Orman Çiftliği'nin yerinde eskiden ne varmış biliyor musunuz?
ERTUĞRUL — Kupkuru bir tepe.
ÖĞRETMEN — Evet kupkuru bir tepe imiş. Şimdi nasıl olmuş?
ERTUĞRUL — Şimdi baştanbaşa ağaçlık?
ÖĞRETMEN — Başka?
ERTUĞRUL — Tarlalar da var.
ÖĞRETMEN — Nasıl tarlalar?
ERTUĞRUL — Güzel ekilmiş tarlalar... Yemyeşil oluyor ilkbaharda; yazın da altın gibi.
ÖĞRETMEN — Demek Ata'mız kupkuru toprakları ağaçlatmış. Ne çıkar ağaçlatmaktan? (Birkaç çocuk elini kaldırır.)
ÖĞRETMEN — Söyle Özdemir.
ÖSDEMİR — Kupkuru bir tepe çirkin. Ağaçlı bir tepe güzel...
ÖĞRETMEN — Güzel... Söyle Nilüfer?
NİLÜFER — Ağaç gölge yapar insanları sıcaktan korur.
ÖĞRETMEN — Güzel. Söyle Engin?
ENGİN — Ağaç insana yarar, tahta yapılır. Kupkuru tepe hiçbir işe yaramaz.
ÖĞRETMEN — Güzel... Ağaçtan yalnız tahta mı yapılır? Tahta yapmaktan başka bir şeye yarayan ağaçlar da yok mu? (Çocuklar ellerini kaldırır.)
ÖĞRETMEN — Söyle Can?
CAN — Yemiş veren ağaçlar da var.
ÖĞRETMEN — Doğru... Demek ki, ağaç çok faydalı bir şey. Ata'mız Devlet Çiftlikleri, ormanlıklar yapmakla bize ağaç sevgisini ve yeni ziraatçılığı öğretmiş. O halde biz de ağacı sevelim. Ağacı koruyalım. Ağaçsız yerleri ağaçlayalım. Peki, başka Atamız daha neler yaptı? (Çocuklar ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Söyle, Çetin?
ÇETİN — Memlekette Bankalar açtırdı.
ÖĞRETMEN — Sen bankayı nereden biliyorsun?
ÇETİN — Nasıl bilmem, kumbaram var.
ÖĞRETMEN — Ne yapıyorsun o kumbara ile?
ÇETİN — Para biriktiriyorum. Kumbaram dolunca babamla bankaya gidiyor boşaltıyorum. ÖĞRETMEN — Ne yapacaksın bu paralan?
ÇETİN — Büyüyünce ev yaptıracağım.
ÖĞRETMEN — Aferin Çetin çok iyi yapıyorsun. Damlaya damlaya göl olur, derler. Şimdi böyle küçük yaştan, az da olsa, para biriktirmeğe alışırsanız büyüyünce hepinizin bankada bir alay paranız toplanır. Bu paralarla ev yaptırırsınız. Bir işe girişirsiniz. Seyahat edersiniz. Bir sanat öğrenirsiniz. Daha başka yavrularım Ata'mız neler yaptı?
GÜLSEREN — Kadınları çarşaftan kurtarmış.
ÖĞRETMEN — O da ne demek?
GÜLSEREN — Büyük ablam anlattı; eskiden kızları büyüyünce mektebe göndermezlermiş; çarşafsız sokağa bile çıkarmazlarmış.
ÖĞRETMEN — Ya çocuklar, çarşaf diye bir şey vardı. Kadınlar bunu giymeden sokağa çıkamazlardı. Şimdi kızlarımız da erkekler gibi okuyorlar, yüksek mekteplere gidiyorlar, doktor, mühendis, avukat; dişçi oluyorlar.
ÖĞRETMEN — Başka daha Ata'mız ne yaptı?
(Çocuklar ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Söyle Nilüfer?
NİLÜFER — Yurdu kurtardı düşmanın yaktığı yerleri ve Ankara'yı yaptı.
ÖĞRETMEN — Çok güzel... Ankara eskiden nasılmış biliyor musun?
NİLÜFER — Küçük bir yermiş.
ÖĞRETMEN — Şimdi.
NİLÜFER — Güzel bir şehir oldu. Evler yapıldı. Yollar açıldı. Elektrik geldi. Kocaman bankalar, daireler, okullar, heykeller yapıldı. Yurtta fabrikalar yapıldı.
ÖĞRETMEN — Padişahlar nerede otururlarrnış?
NİLÜFER — İstanbul'da.
ÖĞRETMEN — Evet İstanbul'dan dışarıya çıkmazlarmış. Anadolu'ya hiç bakmazlarmış. Peki çocuklar... Size son bir sual daha soracağım. Bakalım bilecek misiniz? Ata, bütün yapılan büyük işleri kime emanet etti?
ÇOCUKLAR HEP BİR AĞIZDAN — Bize... Bize... Bize... Türk gençliğine.
ÖĞRETMEN — (Gençliğe hitabı okur. Bitince perde iner çocuklar çekilir ve Ata’nın büyük bir resmi veya heykeli bir müddet ortaya gösterilir.)
Vedat Nedim TöR
ÖĞRETMEN — Günaydın çocuklar.
ÇOCUKLAR — Günaydın.
ÖĞRETMEN (Tahtaya yazar) — 29 Ekim.
ÖĞRETMEN — Okuyun bunu bakayım.
ÇOCUKLAR (Hep bir ağızdan) — 29 Ekim.
ÖĞRETMEN — Bugünün ne olduğunu bilen var mı?
ÇOCUKLAR — Biliyoruz, biliyoruz.
ÖĞRETMEN — Bilenler ellerini kaldırsın.
ÇOCUKLAR (Hepsi birden ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN (Sınıfın en küçüğüne) — Söyle bakayım Ahmet bugün ne günüdür?
AHMET — Atatürk'ün doğduğu gün.
ÖĞRETMEN — Sen söyle. Ayşe.
AYŞE — Cumhuriyetin ilan¢n edildiği gün.
ÖĞRETMEN —- Doğru! Ahmet öyle ise bilemedi.
ÇOCUKLARIN BAZILARI — Bilemedi, bilemedi.
AHMET — Bildim... Gazi babamız doğmasaydı bugün olur muydu?
ÖĞRETMEN — Varol Ahmet... Bu buluşun çok güzel. Nasıl çocuklar güzel değil mi Ahmet'in cevabı?
ÇOCUKLAR — Güzel, güzel, çok güzel.
ÖĞRETMEN — Hep beraber söyleyin bakayım bugün ne günü?
ÇOCUKLAR — Cumhuriyetin ilan¢n edildiği gün.
ÖĞRETMEN — Cumhuriyetten önce ne vardı? Bunu bilen var mı içinizde?
(Birkaç çocuk ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Söyle bakayım sen Ertuğrul.
ERTUĞRUL — Padişahlık varmış.
ÖĞRETMEN — Ne imiş o padişahlık?
ERTUĞRUL — Padişah denilen bir adam varmış. Sarayı varmış, hiç bu saraydan dışarı çıkmazmış, millete yüzünü göstermezmiş, bütün memleket sanki bu saraymış. Sonra bir gün düşmanlar memleketi basmışlar. Padişah da sarayını kurtarmak için memleketi yabancılara satmak istemiş. Millet buna kızmış. Gazi babamız milletin başına geçmiş, düşmanları bir güzel pataklamış, memleketten kovmuş, memleketi satmak isteyen padişahın da kulağından tutup memleketten dışarı atıvermiş.
ÖĞRETMEN — Aferin Ertuğrul, kaç yıl önce oldu bu işler?
BİRKAÇ ÇOCUK BİRDEN —.........yıl önce.
ÖĞRETMEN — Demek ki, Cumhuriyet............yıl önce 29 Ekim günü ilan¢n edilmiş. Peki, Cumhuriyet ne demektir? Bunu bilen var mı?
(Birkaç çocuk ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Söyle bakayım Aydemir.
AYDEMİR —- Cumhuriyet demek, padişahı kovmak demektir.
ÖĞRETMEN — Peki. Meral sen de bir şeyler söylemek istiyorsun galiba... Söyle bakayım.
MERAL — Cumhuriyet demek, milletin kendi kendisini idare etmesi demektir.
ÖĞRETMEN — Gazi babamızı bilen var mı içimizde?
ÇOCUKLAR — Var, var, var, var...
ÖĞRETMEN — Aydın, sen Gazi babamızı anlat bakayım?
AYDIN — 1881'de 13 Mart'ta doğdu ve 1938'de 10 Kasım'da öldü. Millete çok hizmet etti. Biz ona Atatürk yani Türklerin en büyüğü diyoruz.
SUNA — öğretmenim ben Gazi babamızın yüzünü hiç görmedim.
ÖĞRETMEN — Resmini de görmedin mi?
SUNA — Gördüm. İşte (Ata'nın duvarda asılı resmini gösterir.)
ÖĞRETMEN — Sen söyle bakayım Özcan ne anlattılar?
ÖZCAN — Babam dedi ki, eskiden okumak yazmak çok zormuş. Şimdi çok kolaymış.
ÖĞRETMEN — Çocuklar! Hiç size analarınız, babalarınız eski zaman mekteplerinden bir şeyler anlattılar mı? (Birkaç çocuk ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Nasıl zormuş?
ÖZCAN — Eskiden yıllarca mektebe giderlermiş de yine doğru dürüst okumasını, yazmasını bir türlü öğrenemezlermiş.
ÖĞRETMEN — Acaba neden böyle imiş?
ÖZCAN — Babam söyledi amma pekiyi anlayamadım. Başka türlü harfler mi varmış ne imiş?
BİRKAÇ ÇOCUK — A... A... A...
öĞRETMEN — Şaştınız kaldınız demek bu işe. Başka türlü harf de olur mu hiç?
ÖZCAN — Ne bileyim ben babam öyle söyledi.
ÖĞRETMEN — Babanın hakkı var. Eskiden Türkçeyi Arap harfleriyle yazardık.
ÇOCUKLAR GÜLERLER — Arap... Arap...
ÖĞRETMEN — Ya... Şimdi gülüyorsunuz... Arap harflerinden bize ne değil mi? Bu Arap harfleri kargacık burgacık şeylerdi. Hem de ters yazılırdı.
ÇOCUKLAR — Nasıl ters?
ÖĞRETMEN — Şimdi soldan sağa doğru yazıyoruz değil mi?
ÇOCUKLAR — Evet, evet.
ÖĞRETMEN — Hâlbuki Arap harfleriyle sağdan sola doğru yazılırdı.
(Çocuklar yine gülerler. Erol parmağını kaldırır.)
ÖĞRETMEN — Ne var Erol?
EROL — Bizim evde bir bacı kadın var.
ÖĞRETMEN —E...?
EROL — Bu bacı kadın eskiden okumasını bilmezmiş. Çocukken bir türlü kafası almamış, o Arap harflerini...
ÖĞRETMEN —......?
EROL — Şimdi her gün babamın gazetesini okuyor.
ÖĞRETMEN — Nasıl olmuş bu iş?
EROL — Gece. Mektebine gitmiş, okumayı kolaycacık öğrenivermiş. Şimdi bu işi yapanlara gece gündüz dua ediyor. Zonguldak'ta bir oğlu var, ona mektup bile yazıyor. ÖĞRETMEN — Demek sizin bacı kadın bile harfleri öğrenmiş, hem okuyor, hem yazıyor. EROL — Beni imtihan bile ediyor. (Çocuklar gülüşürler.)
ÖĞRETMEN — Aferin o bacı kadına... Bacı kadının hakkı var. Onun gibi Arap harflerini öğrenemeyenler çoktu. Okur yazarlar azdı. Şimdi harflerimizi kolaycacık herkes öğreniyor. Başka eski zaman mekteplerinden neler biliyorsunuz bakalım?
(Çocuklar ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Güler?
GÜLER — Eski zaman okullarında çocukları falakaya çekerlermiş.
(Çocuklar gülerler.)
ÖĞRETMEN — Nereden biliyorsun bunu?
GÜLER — Bir gün yaramazlık yaptım da annem kızdı, seni okulda falakaya çekmeli dedi.
ÖĞRETMEN — Ne imiş o falaka?
GÜLER — Ben de anlamadım da sordum anneme. Annem hocana sor dedi.
ÖĞRETMEN — Ya eskiden dersine çalışmayan, yaramazlık eden çocukları okullarda falakaya çekerlermiş. Yani çıplak ayaklarını bir iple bağlar, değnekle tabanına vururlarmış. O kadar vururlarmış ki, ayaklar şişermiş ve çocuklar yürüyemezlermiş...
ÇOCUKLAR — Ne fena, ne fena...
ÖĞRETMEN — Neden fena bakayım Ahmet?
AHMET — O zamanın çocukları hayvan mıymış?
(Çocuklar gülerler.)
ÖĞRETMEN — Bu hayvana bile yapılmaz yavrularım... Başka, başka eski zaman okullarından ne biliyorsunuz?
ALP — Oyun yasakmış.
(Çocuklar güler.)
ÖĞRETMEN — Nereden biliyorsun bunu?
ALP — Babam dedi. Bizim zamanımızda, dedi okullarda oyun yasaktı dedi.
ÖĞRETMEN — Doğru söylemiş baban. Eski zaman okullarında oyun oynamak yasaktı. Onun için böyle falakalı oyunsuz okulu çocuklar sevmezlerdi. Şimdi öyle mi ya? Söyleyin
bakayım okulu seviyor musunuz?
ÇOCUKLAR — Seviyoruz.
ÖĞRETMEN — Okula sevinerek geliyorsunuz. Burada güç-le-oynaya çalışıyorsunuz. Size dayak atıldığı var mı?
ÇOCUKLAR — Yok, yok...
ÖĞRETMEN — Tabir® yok. Çünkü doğru ve iyi sözü anlıyorsunuz. Cumhuriyet okullarında çocuklara insan muamelesi yapılır. Söyle bakalım Ayşe önlüğün ne malı?
AYŞE — Yerli malı...
ÖĞRETMEN — Yerli malı ne demek?
AYŞE — Bu memlekette yapılan mal demek.
ÖĞRETMEN — Demek memleketimizde böyle bezler yapılıyor? Neden yapılıyor bu bez? AYŞE —Pamuktan...
ÖĞRETMEN — Bizim memlekette pamuk yetişiyor mu?
(Ayşe susar.)
ÖĞRETMEN — Bilen var mı?
KAYA — Ben biliyorum. Bizim memlekette pamuk yetişiyor.
ÖĞRETMEN — öyle ya Kaya, sen Adanalısın bilmen la¢zıh...
KAYA — Evet, Adana'da pamuk yetişir.
ÖĞRETMEN — Sonra böyle bez haline nerede girer?
ÇOCUKLAR — Fabrikada.
ÖĞRETMEN — Bizim memlekette fabrika var mı?
ÇOCUKLAR — Var... Var...
ÖĞRETMEN — İşte çocuklar padişahlık zamanında memleketimizde fabrika da yoktu. Şimdi birçok fabrikalarımız var. Kendi yünümüzü kendimiz dokuyoruz. Kendi ipeğimizi kendimiz dokuyoruz. Kendi pamuğumuzu kendimiz dokuyoruz. Ve hep yerli malı giyiyoruz. Hangisi daha iyi siz söyleyin bakalım, pamuğu, yünü, ipeği yabancılara satıp, pamukluyu, yünlüyü, ipekliyi onlardan satın almak mı, yoksa bunları kendimiz dokumak mı?
ÇOCUKLAR — Kendimiz dokumak... Kendimiz dokumak...
ÖĞRETMEN — Ve kendi dokuduğumuz kumaşları giymek... Söyleyin bakayım içinizde yabancı malı giyen var mı?
BİR ÇOCUK — Benim önlüğüm yerli malı değil.
ÖĞRETMEN — Neden?
BİR ÇOCUK — Annem dedi ki bu eskisin yenisini yerli malından alırız dedi.
ÖĞRETMEN — Annenin hakkı var. Bir şey eskimeden yenisini almak doğru değil. Sonra babanızın parasını sokağa atmış olursunuz. Fakat yavrum bu önlüğün eskiyince yenisini muhakkak yerli malından alacaksın değil mi?
ÇOCUK — Evet, zaten babam bu önlük için bile yerli malı değil diye fena halde kızdı.
ÖĞRETMEN — Doğru. Yerli malı varken yabancı malına para vermemeli.
ÖĞRETMEN DEVAMLA — Hep beraber söyleyin bakalım. Yerli malı varken, yabancı malına para vermeyeceğiz.
ÇOCUKLAR —. Yerli malı varken, yabancı malına para vermeyeceğiz.
ÖĞRETMEN — Ay ten, söyle bakayım sen. Birkaç gün okula gelmedin. Nen vardı?
AYTEN — Hasta idim, öksürüyordum, boğazım şişti.
ÖĞRETMEN — Kim iyi etti seni?
AYTEN — Doktor Bey.
ÖĞRETMEN — Ne yaptı doktor bey?
AYTEN — İlaç verdi, gargara yaptırdı.
ÖĞRETMEN — Şimdi iyisin ya?
AYTEN — Evet iyileştim.
ÖĞRETMEN — Bakın çocuklar, eskiden doktora inanmazlarmış. Hastalan nasıl iyi etmek isterlermiş biliyor musunuz?
(Hasan elini kaldırır.)
ÖĞRETMEN — Söyle bakayım Hasan?
HASAN — Doktor yerine bohçacı kadını çağıralım, bir kurşun döksün, bir tütsülesin, çocuk iyi olur diyor.
(Çocuklar gülüşürler.)
ÖĞRETMEN — Hiç sana kurşun döktüler mi, tütsü yaptılar mı:
HASAN — Geçen sene çok hasta oldum. Ateşim hiç düşmedi. Haminnem boyuna anneme, bak senin doktorların hiç bir şey yapamadılar, ateş düşmedi, dedi... Bir şu bohçacı kadını çağıralım da bak çocuk nasıl iyi olur dedi. Annem bıktı, bohçacı kadını çağırdı. Bohçası kadın: A! Bir şeyciği yok çocuğun, dedi. Perhiz filan istemez. Ben onu bir okur üflerim, geçer dedi. Okudu, üfledi. Haminnem de bana gizli gizli yiyecek verdi. Az kalsın ölüyordum.
ÖĞRETMEN — Vah zavallı, ne imiş hastalığın?
HASAN — Tifo imiş.
ÖĞRETMEN — Ya... Bak şu bohçacı kadının karıştırdığı işe. Hiç tifolu çocuğa yiyecek verilir mi? Perhiz yapmak lazım. Tabiat® ateş çabuk düşmez. Bu doktorun bilmemezliğinden değil, hastalık böyle. Bakın gördünüz mü çocuklar, işte eski kafalılar tıpkı bu Hasan'ın haminnesi ve bohçacı kadın gibi düşünüyorlar. Halbuki, Cumhuriyetin çocukları böyle değil, bakın Hasan da görmüş doktorla bohçacı kadının farkını... öyle değil mi Hasan?
HASAN — öyle, öyle... Şimdi o cadı kadını sokakta görünce yolumu değiştiriyorum. (Çocuklar gülüşürler.) (öğretmen, tahtaya bir fes resmi çizer.)
ÖĞRETMEN — Çocuklar, bilin bakayım bu nedir? (Birkaç çocuk elini kaldırır.)
ÖĞRETMEN —- Söyle bakayım Mehmet?
MEHMET — Saksı.
ÖĞRETMEN — Sen Fatma?
FATMA — Yarısı kesilmiş balkabağı. (Çocuklar güler.)
ÖĞRETMEN — Sen Yusuf? YUSUF — Kilogram.
ÖĞRETMEN — Çocuklar, hiçbiriniz bilemediniz. Bilemezsiniz de. Görmediniz. Buna Fes derler. BİRKAÇ ÇOCUK — Fes nedir, öğretmenim?
ÖĞRETMEN — Eskiden Türklerin başlarına giydikleri şey.
BİR ÇOCUK — Eskiden Türkler bunu mu başlarına giyerlerdi?
ÖĞRETMEN — Ya çocuğum. Bunu giyerlerdi. Hem biliyor musunuz, bu ne renkte idi? (Çocuklar susarlar.)
ÖĞRETMEN — Kırmızı. (Çocuklar gülerler.)
ÖĞRETMEN (Püsküle işaret ederek) — Bir de şunun şurasında pırasa bıyığı gibi bir şey var. Görüyorsunuz ya, işte o da siyah iplikten yapılmış püsküldü. Başınıza böyle bir şey giymek ister misiniz?
ÇOCUKLAR HEP BİR AĞIZDAN — Hayır, hayır, hayır.
ÖĞRETMEN — İşte çocuklarım, biz Türklere padişahlar bu tuhaf şeyi giydirmişlerdi. Yabancılar da gülerlerdi. Tıpkı şimdi sizin güldüğünüz gibi. Gazi babamız bu püsküllü belayı da başımızdan attırdı. Şimdi biz de bütün medeni milletler gibi şapka giyiyoruz. İyi yaptı değil mi?
ÇOCUKLAR — Çok iyi yaptı, çok iyi.
ÖĞRETMEN — Atatürk'ün başka yaptığı iyiliklerden ne biliyorsunuz?
(Çocuklar ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Erol, söyle bakayım, daha ne iyilikler yaptı bize?
EROL — Demiryolu yaptırdı, fabrikalar yaptırdı.
ÖĞRETMEN — Demiryolu iyi bir şey mi?
EROL — Çok iyi bir şey.
ÖĞRETMEN — Neden iyi bakayım?
EROL — Çabuk gider de ondan.
ÖĞRETMEN — Biliyor musunuz çocuklar, demiryolu yokken Sivas'tan Ankara'ya kaç günde gidilirmiş? (Çocuklar susar.)
ÖĞRETMEN — At arabası ile yirmi günde.
ÇOCUKLAR —Ooo...
ÖĞRETMEN — Şimdi biliyor musunuz aynı yol trenle ne kadar zamanda gidiliyor? (Çocuklar susar.)
ÖĞRETMEN — 18 saatte.
ÇOCUKLAR — Oooo...
ÖĞRETMEN — Bir gün 24 saat olduğuna göre yirmi gün kaç saat eder, düşünün bakayım? (Bir müddet sonra birkaç çocuk el kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Söyle Özcan.
ÖZCAN — 480 saat.
ÖĞRETMEN — Evet, eskiden Sivas'tan Ankara'ya 480 saatte gidilirmiş. Şimdi 18 saatte. Aradaki fark kaç saat tutuyor. (Çocuklar bir müddet düşünürler. Yine birkaçı ellerini kaldırır.)
ÖĞRETMEN — Söyle bakalım Ayşe?
AYŞE — 462 saat.
ÖĞRETMEN — Demek ki, Ankara'dan Sivas'a trenle gidersek 462 saat kazanıyoruz. Peki, kazandık da ne çıkar? (Çocuklar ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Söyle Ahmet?
AHMET — Askerler bile daha çabuk düşmana yetişir.
ÖĞRETMEN — Aferin Ahmet, çok güzel. Söyle Engin?
ENGİN — Mektuplar daha çabuk varır.
ÖĞRETMEN — Aferin Engin, çok doğru. Söyle Güler?
GÜLER — Bir yerden bir yere gönderilen mallar daha çabuk gider.
ÖĞRETMEN — Çok iyi Güler. Görüyorsunuz ya çocuklar Ata'mızın yaptırdığı tren yollarının bize ne büyük iyilikleri dokunuyor.
ÇOCUKLAR — Evet... Evet...
ÖĞRETMEN — Atamız bize daha başka ne iyilikler yaptı? (Birkaç çocuk ellerini kaldırır.) öĞRETMEN — Söyle Ertuğrul?
ERTUĞRUL — Orman Çiftliği ile Devlet Çiftliklerini yaptırdı.
ÖĞRETMEN — Orman Çiftliği nerededir?
ERTUĞRUL —- Ankara'da
öĞRETMEN — Orman Çiftliği'nin yerinde eskiden ne varmış biliyor musunuz?
ERTUĞRUL — Kupkuru bir tepe.
ÖĞRETMEN — Evet kupkuru bir tepe imiş. Şimdi nasıl olmuş?
ERTUĞRUL — Şimdi baştanbaşa ağaçlık?
ÖĞRETMEN — Başka?
ERTUĞRUL — Tarlalar da var.
ÖĞRETMEN — Nasıl tarlalar?
ERTUĞRUL — Güzel ekilmiş tarlalar... Yemyeşil oluyor ilkbaharda; yazın da altın gibi.
ÖĞRETMEN — Demek Ata'mız kupkuru toprakları ağaçlatmış. Ne çıkar ağaçlatmaktan? (Birkaç çocuk elini kaldırır.)
ÖĞRETMEN — Söyle Özdemir.
ÖSDEMİR — Kupkuru bir tepe çirkin. Ağaçlı bir tepe güzel...
ÖĞRETMEN — Güzel... Söyle Nilüfer?
NİLÜFER — Ağaç gölge yapar insanları sıcaktan korur.
ÖĞRETMEN — Güzel. Söyle Engin?
ENGİN — Ağaç insana yarar, tahta yapılır. Kupkuru tepe hiçbir işe yaramaz.
ÖĞRETMEN — Güzel... Ağaçtan yalnız tahta mı yapılır? Tahta yapmaktan başka bir şeye yarayan ağaçlar da yok mu? (Çocuklar ellerini kaldırır.)
ÖĞRETMEN — Söyle Can?
CAN — Yemiş veren ağaçlar da var.
ÖĞRETMEN — Doğru... Demek ki, ağaç çok faydalı bir şey. Ata'mız Devlet Çiftlikleri, ormanlıklar yapmakla bize ağaç sevgisini ve yeni ziraatçılığı öğretmiş. O halde biz de ağacı sevelim. Ağacı koruyalım. Ağaçsız yerleri ağaçlayalım. Peki, başka Atamız daha neler yaptı? (Çocuklar ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Söyle, Çetin?
ÇETİN — Memlekette Bankalar açtırdı.
ÖĞRETMEN — Sen bankayı nereden biliyorsun?
ÇETİN — Nasıl bilmem, kumbaram var.
ÖĞRETMEN — Ne yapıyorsun o kumbara ile?
ÇETİN — Para biriktiriyorum. Kumbaram dolunca babamla bankaya gidiyor boşaltıyorum. ÖĞRETMEN — Ne yapacaksın bu paralan?
ÇETİN — Büyüyünce ev yaptıracağım.
ÖĞRETMEN — Aferin Çetin çok iyi yapıyorsun. Damlaya damlaya göl olur, derler. Şimdi böyle küçük yaştan, az da olsa, para biriktirmeğe alışırsanız büyüyünce hepinizin bankada bir alay paranız toplanır. Bu paralarla ev yaptırırsınız. Bir işe girişirsiniz. Seyahat edersiniz. Bir sanat öğrenirsiniz. Daha başka yavrularım Ata'mız neler yaptı?
GÜLSEREN — Kadınları çarşaftan kurtarmış.
ÖĞRETMEN — O da ne demek?
GÜLSEREN — Büyük ablam anlattı; eskiden kızları büyüyünce mektebe göndermezlermiş; çarşafsız sokağa bile çıkarmazlarmış.
ÖĞRETMEN — Ya çocuklar, çarşaf diye bir şey vardı. Kadınlar bunu giymeden sokağa çıkamazlardı. Şimdi kızlarımız da erkekler gibi okuyorlar, yüksek mekteplere gidiyorlar, doktor, mühendis, avukat; dişçi oluyorlar.
ÖĞRETMEN — Başka daha Ata'mız ne yaptı?
(Çocuklar ellerini kaldırırlar.)
ÖĞRETMEN — Söyle Nilüfer?
NİLÜFER — Yurdu kurtardı düşmanın yaktığı yerleri ve Ankara'yı yaptı.
ÖĞRETMEN — Çok güzel... Ankara eskiden nasılmış biliyor musun?
NİLÜFER — Küçük bir yermiş.
ÖĞRETMEN — Şimdi.
NİLÜFER — Güzel bir şehir oldu. Evler yapıldı. Yollar açıldı. Elektrik geldi. Kocaman bankalar, daireler, okullar, heykeller yapıldı. Yurtta fabrikalar yapıldı.
ÖĞRETMEN — Padişahlar nerede otururlarrnış?
NİLÜFER — İstanbul'da.
ÖĞRETMEN — Evet İstanbul'dan dışarıya çıkmazlarmış. Anadolu'ya hiç bakmazlarmış. Peki çocuklar... Size son bir sual daha soracağım. Bakalım bilecek misiniz? Ata, bütün yapılan büyük işleri kime emanet etti?
ÇOCUKLAR HEP BİR AĞIZDAN — Bize... Bize... Bize... Türk gençliğine.
ÖĞRETMEN — (Gençliğe hitabı okur. Bitince perde iner çocuklar çekilir ve Ata’nın büyük bir resmi veya heykeli bir müddet ortaya gösterilir.)
Vedat Nedim TöR
Tags:
TİYATRO METİNLERİ